Popüler Yayınlar

5 Aralık 2015 Cumartesi

AŞIK DERDİYAR'I ANDIK

SORGUN AŞIK ŞAİR YAZARLARLA BİRLİKTE DOSTUMUZ AŞIK DERDİYAR'I ÖLÜMÜNÜN 2. YILINDA FATİHALARLA ANDIK

OZAN KARACA KIZ "GÖNÜL"

Gönül Bülbülün bayramı gonca gülünen Ya sen kimlerinen eylersin gönül Çiçeğinki yaprağınan dalınan Duydum ki elinen eylersin gönül Ettiklerin gayri yetti canıma Bu yaptığın yakışırmı şanına Sevmiyordun niye girdin kanıma Daha başkasını neylersin gönül Karacayı kötü kırdın bilesin Bana ettiğini sende bulasın Saçlarını tutam tutam yolasın Hala sevdiğini söylersin gönül Ozan karaca kız Yari neyleyim Sen orada ben burada çürüdüm Halimden bilmeyen yari neyleyim Yüreğimi kara duman bürüdü Hazan deydi dalım kuru neyleyim Oyar benim ile açmış arayı Neyleyim gayri köşkü sarayı Yüz bin tabip gelse sarmaz yarayı Bundan sonra gelen karı neyleyim Karacayım sanmayın ki ben güldüm Şu âlemde herkesi kendim bildim Artık ömrümün sonuna geldim Bundan sonra gelen barı neyleyim Ozan karaca kız

AŞIK KAMİL BUHARİ

AŞIK KAMİL BUHARİ KİM Halk şairi. 1945 yılında Sorgun ilçesinin Mirahor köyünde doğdu. Annesi Esma hanım, babası Satılmış efendidir. Askerliğini 1967'de tamamladı. Aynı yıl ihtiyat asker olarak Kıbrıs'a gitti, ancak harekata katılmadı. Köyünde çiftçilik yaptı. 6 Ağustos 2011 Cumartesi günü Hakka yürüdü. Evli ve 5 çocuk babasıydı. Dini ve tasavvuf konulu şiirler yazan aşık, küçük yaşlardan beri halk ozanlarına ve aşıklık geleneğine ilgi gösterdi. Yunus Emre, Sümmani gibi aşıklara hayranlık besledi. Nakşi bendi tarikatına girdi. Zikir meclislerinde şiirlerini bestelerini söylemeye başladı. Sorgun Ozanlar Derneğince organize edilen gün ve gecelere katılarak şiirlerini okudu, atışmalar yaptı. Çok sayıda şiiri vardır. Şiirlerinde Buhari mahlasını kullanır. MÜNAACAT Bütün şu alemi yaradan Allah Kabul et duamı geri çevirme Sensin benim rabbim, sensin mabudum Kabul et duamı geri çevirme Yaptığım hatayı iyi bilirsin Merhametin boldur ya kulum dersin İsteyene istediğin verirsin Kabul et duamı geri çevirme Bir işe giriştim dolaştım kaldım Utana utana sana yöneldim Bu halimi sana haval eyledim Kabul et duamı geri çevirme Ol dediğini zaman her işler olur Kırılan gönüller ferahlık bulur Sevinir kulların şaduman olur Kabul et duamı geri çevirme Senin emrin ile fışkırır sular Kul mahsülünü su ile sular Emrinle açılır rahmana yollar Kabul et duamı geri çevirme Nice naçarlara yardım edersin Açılmayan kapıları açarsın Hemi sevindirir hoşnut edersin Kabul et duamı geri çevirme Bu alem senindir hükmün kuşatır Kulun Kamil sana eyledi hatır Eldeki deftere bir mühür bastır Kabul et duamı geri çevirme

AŞIK DERDİYAR'IN ARDINDAN

BİR DOSTUN ARDINDAN NE SÖYLENİR Kİ…. Aşık Derdiyar (Murat Tanrıverdi) Aşık derdiyarın derdi yar idi Vefasızlık yüzünden pek bir ahu zar idi Yaradanın yarattığı hor görse de garibi Onun en gizel yari alemi yaradan idi Bir hazan mevsimi hüzün çöktü Sorgun’a Sevmekten özlemekten yorgun düşen yüreği Bir kuş gibi çırpındıkça çırpındı ve sustu Garip bir kuş gibi tünediği Sorgun Aşık Derdiyar’ı bağrına basmış, Aşıklık geleneği onun gelmesiyle şaha kalkmıştı. Soyder, (Sorgun Ozanlar Derneği) bünyesinde ve Türkiye genelinde bir çok programa katılmış, kendisi Sivaslı olsa da gittiği her yerde Yozgat Aşıklık kültürünü dillendirmiş, memleketimizin misafirperverliğini ve türkülerini söylemişti. Yaklaşık beş yıl önce yerleştiği Sorgun ilçemizde 23 Kasım 2013 yılında ani bir kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Başta Sorgun Belediye Başkanı Ahmet Şimşek Beyefendi olmak üzere tüm Sorgun halkı yasa büründü. Vasiyeti üzere cenazesi, Aşık ve şair, yazar arkadaşları tarafından Sivas’a götürülerek toprağa verildi. Aşık Derdiyar (Murat Tanrıverdi) Kimdir; 1 Nisan 1961 yılında Sivas’ın Sivritepe köyünde dünyaya gelmiştir. Osman ile Keziban Hanımın ilk evladı olarak dünyaya gelen Murat, başarılı bir öğrenci olduğu halde lise sonrası eğitimini noktalamış ve şoförlük mesleğine merak salmış, 1975 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu bacaklarında meydana gelen kırıklar nedeniyle koltuk değneği yardımıyla hayata tutunmaya çalışmış, ikinci bir darbeyi nişanlısının babasından yemiş, “ben topala kız vermem” diyerek, nişanlısı Nazlı Hanımdan ayırdı. 1981 yılında girdiği memuriyet sınavını kazanmış ve bir kamu kuruluşunda memur olarak göreve başladı. 1985 yılında Esma Hanımla evlenmiş, bu evlilikten bir kızı, bir de oğlu dünyaya gelmişti, Allah'ın taktiri, 1991 yılı ona bir felaket daha yaşattı, hem hanımı hem de yeni dünyaya gelen oğlu hastalık sebebiyle hayatını kaybetti. 1991 yılında ikinci evliliğini Sevda Hanımla yaptı, bu evlilikten çocuğu olmadı. Yaşadığı bunca acılara rağmen hayata tutunmaya çalışan Aşık Derdiyar,1997 yılında emekli oldu. Bedenindeki hasara rağmen oldukça becerikli, elinden bir çok iş geldiği halde o saz imalatı yapmak için kendine bir atölye kurdu. Hem saz yaptı, hem de yaptığı sazlarla yüreğinde katmer katmer olan acıları etrafını çevreleyen dört duvara haykırdı Derdiyar’ım ağır aksak yürürüm. Sevdan ile erim erim eririm. Her nereye baksam seni görürüm. Sağım solum, yanım yörem Nazlı yar. Bir de manevi dünyasında sevdalısı olduğu “Gül Sultan” vardı. Umuyoruz ve diliyoruz ki, o gül sultan sancağı altında kendisine yer buldu.

HÜZÜNDÜ ŞEHRİN SOKAKLARI

Hüzündü Şehrin Sokakları Hüzündü şehrin sokakları. Kent, uykusundan uyanan bir çocuğun gözlerini ovalamasına benzeyen bir mahmurluk taşıyordu. Günün ilk ışıklarıyla birlikte evlerin pencereleri açılıyor; açılan pencerelerden, taze çayın, kızarmış ekmeğin, balın, tereyağın kokusu yayılıyordu avlulara, sokaklara, caddelere. Gözlerini ovalayarak beyaz geceliğiyle yatağından kalkan Zeynep, yalınayak birkaç adım attı. Pencerenin eski kolunu çevirerek açtı. Akdeniz'in nemli boğucu havasını derin derin ciğerlerine çekti. Liseye gidiyordu Zeynep. Okul formasını: "Off.... Yine mi etek mi giyeceğim?" diyerek, sıkıla sıkıla, yavaş yavaş üstüne giydi. Puslanmış aynaya, güneş yanığı yüzüne, kömür karası gözleriyle baktı. Uzun siyah saçlarını taradı. Ağır aksak adımlarla mutfağa doğru yürüdü. Annesi Fadime, darmadağın saçlarıyla yorgun, uykusuz bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Kızına şöyle bir bakıp biraz da sertçe; "Nerede kaldın kızım? Şimdi baban gelecek, yine bağırıp çağıracak!" dedi. Zeynep omuzlarına inen siyah saçlarını ensesinde toplayarak; "Uyuyamadım." Diye cevap verdi. Fadime biraz üzgün, biraz da kızgınca; “Sakın o konuyu babana deme. Yine kıyamet koparacak." diyerek tezgâha doğru yürüdü. Annesinin arkasından baktı. “Neden?” diyecek oldu, sonra sustu. Yüreği kırılmış, morali bozulmuştu. Yarı uykulu vaziyette annesine yardım etmeye başladı. Önce tezgâhtan çay bardaklarını aldı, bir bir masanın üstüne koydu. Sonra geri dönüp çay kaşıklarını aldı. Onları bardakların içine bırakıp şekerliği getirip masanın ortasına koydu. Ocağın yanına vardı. Üstünde kaynayan ve havaya bir dem kokusu yayan demliği ve çaydanlığı aldı. Masanın üstünde yer alan bardaklara önce demleri koydu. Demliği masanın üstüne bıraktı. Az önce demlerini boşalttığı bardaklara sıcak suyu ilave etti. Zeynep bu işleri yaparken annesi de kızarmış ekmeği, balı, tereyağını, zeytini masanın üstüne getirmişti. Odanın kapısı açıldı. Küçük afacan kardeşi Ali'nin elinden tutarak, babası Musa girdi odaya. İnce uzun boylu, ince bir bıyığı ve kirli bir sakalı var. Musa, sabahtan gecenin yarısına kadar çalışan, ama kör cahilliği üstünden atamamış bir adamdı. Ne hikmetse Ali'ye gösterdiği sevgiyi kızı Zeynep’e hiç göstermiyordu. Son yıllarda bir kere olsun sarılıp öpmemişti kızını. Ona kalsa kız çocuklarının okumasına bile gerek yoktu. Zeynep’i de okutmak istememiş; ancak karısına söz geçiremediğinden, lise bitene kadar okumasına izin vermişti. Hepsi sofraya oturmuş, sessizce kahvaltılarını yaparken, birden Musa Zeynep'e dönerek omuzlarından sarstı ve hışımla; "Kızım bu nasıl etek böyle? Her yerin ortada, düzgün giyeceksen giy, giymeyeceksen kır kıçını, dizini otur evde. Ben seni böyle okula göndermem." diye çıkıştı. Sonra Fadime’ye dönerek; “Bu kızı on beş tatil gelsin alacağım okuldan" dedi. Fadime sustu. Bu sözleri duyan Zeynep bir an ağzını açacak gibi oldu. Ancak annesi ile göz göze gelince sustu. Zavallı kadının bakışlarındaki yalvarmayı gördü, sustu. Akdeniz'in nemine karışan gözlerindeki yaşla sustu. Lokmaları zorla çiğnedi. Sendeleyerek masadan kalktı. "Okula geç kalacağım." diyerek, eskimeye yüz tutmuş çantasını omzuna attı. Yıpranmış ayakkabılarını giydi. Topladı saçlarını açıp savurarak kapıdan çıktı. Ağır adımlarla okula vardığında, aşırı nemden ter içinde kalmış, gömleği tenine yapışmıştı. Sıranın en arkasına gitti ve ders zilinin çalmasını bekledi. Zilin çalmasıyla birlikte, tüm öğrenciler sıralarını bozmadan koşar adım sınıflarına girdiler. Dersi sessizce dinledi Zeynep. Teneffüs saatinin gelmesiyle birlikte, kendini bahçeye attı. Çünkü boğulacak gibiydi. Okulun bahçe duvarının dibinde bekleyen beş-altı kız öğrenci Zeynep'i gördü ve gülerek, alay edercesine ona baktılar. Yüzündeki alaycı gülümsemeyle, uzun sarı saçlı olanı ilk sözü aldı; "Zeynep, sen ne zaman pantolon giyeceksin?” dedi. Zeynep susunca, avurtları çökük, uzun boylu, esmer kız lafa girdi. "Babasının parası yok, pantolon alamaz.” dedi. Üçüncü sırada bekleyen ablak suratlı kız; "Babası günah diye pantolon giydirmez ona." diyerek araya girdi. Zeynep söylenenleri duyduğu hâlde sesiz kaldı. Kelimeler boğazında düğümlendi, yutkundu fakat Cevap verecek güç bulamadı kendinde. Ağlayacak gibi oldu, sustu. Akşama kadar bu alaylı sözleri duydu, yine sustu. Derslerin bitimiyle birlikte, yine eski çantasını sırtına atıp, evin yoluna düştü. "Artık yeter! Ne olursa olsun, akşam babamla konuşmalıyım." dedi. Akdeniz'in nemi artmış, nefes alacak durum kalmamıştı. Zeynep yarı koşar adımlarla eve geldi. Terden ıslanan gömleği, tüm vücut hatlarını ortaya çıkarmıştı. Üstündekileri bir çırpıda çıkardı. Kendini duşun altına attı. Dakikalarca suyun altında durduktan sonra duştan çıktı. Kurulandı. Eşofmanını, tişörtünü giyerek mutfağa doğru yürüdü. Annesi ve babası akşama kadar çalıştığı için, yemekleri yapmak onun işiydi. Annesinin bıraktığı malzemelerden akşam yemeğini hazırladı. Bahçeye çıktı. Kırık bir sedirin üstüne oturdu. Kızların alaycı gülümsemelerini düşünerek, yüksek bir sesle; "Babamla konuşmalıyım, ne olacaksa olsun." diyen Zeynep'in sesinden ürken serçeler, kanat çırparak göğe doğru uçtular. Güneşin ışıkları kaybolduğu vakitlerde, annesi Fadime ve babası Musa, elleri yüzleri toz içinde tarladan döndüler. Onlar elini yüzünü yıkarken Zeynep bir çırpıda sofrayı hazırladı. Günün yorgunluğu sıcak, boğucu, nemli havaya karışıyor ve ağızları bıçak açmıyordu. Yemeklerini aynı sessizlik içinde bitirdiler. Yemek boyunca Zeynep konuşmak istiyor, ancak derdini bir türlü söyleyemiyor, Musa ise kızının bu halinden anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. Zeynep ince belli bardaklara çayları doldurdu. Önce annesine, sonra da babasına uzattı. Musa bardağı aldı. Beyaz tablanın üstüne koydu. Şekerliğe uzanarak aldığı iki kaşık toz şekeri çayın içine attı. Ardı ardına karıştırdı. Bir kere olsun kızının yüzüne bakmadan yaptı bunları. Çayından bir yudum aldıktan sonra Zeynep'e bakıp; "Kızım sende bir hal var. Hayır mıdır şer midir bilemedim?" diye sorunca cesaretini toplayan Zeynep, Zeynep babasının karşısına geçip; "Baba seninle bir şey konuşabilir miyim?" dedi. Musa, yarı tersleyerek; "Ne var?" dedi Musa. Zeynep boynunu bükerek, "Baba okulda tüm arkadaşlarım pantolon giyiyor, etek giyen bir benim. Her gün benimle dalga geçiyorlar. Benim de pantolon giymeme müsaade eder misin?" dedi. Babasının sessiz durmasından ‘evet’ cevabının çıkacağını düşünerek gülümsedi. Ama hayalleri bir anda suya düştü. Babasının kaşları çatıldı. Burun delikleri kırmızı görmüş boğa gibi öfkeden bir açılıyor bir kapanıyordu. Musa, sertçe bir öfke selinden boşanırcasına; "Gene mi aynı konu kızım, kaç kez söyleyeceğim daha. Kız kısmının pantolon giydiği görülmemiş bizim mühütte." dedikten sonra; "Ailemizde hiç pantolon giyen var mı?" diyerek bağırdı. Bu bağırtının etkisiyle, dallarda sessiz istirahatına yatan kuşlar uçup gitti. Zeynep gözlerinden akan yaş ve son bir çareyle babasının elini tutup; "Ama ...Baba." derken, babasının sertçe yüzüne inen şamarı ve öfke kusan sesi onu susturdu. Zeynep’in sağ yüzü kıpkırmızı olmuş yanıyordu… Musa, durmadan bağırıyordu. "Defol karşımdan! Akşam akşam adamı günaha sokma… Tövbe... Tövbe..." Bu sözler Zeynep’in içini yaktı. Yüzü soluklaştı, gözlerinin feri tükendi. Dünyası allak bullak oldu. Yerinden sendeleyerek kalktı. Bu fırtına, içindeki yalnızlığı iyice artırdı. Odasına doğru yürüdü. Kapının kolunu sessizce açsa da kapının eski menteşeleri gıcırdamaktan vazgeçmedi. Pencerenin önüne oturdu. Yıldızları seyre daldı. Ne zaman sonra, annesinin odaya girdiğini gördü. Sesini çıkarmadı. Annesi de kızının saçına dokundu. Saçlarını burnuna götürerek içine çekti, kokladı. Kızıyla hiç konuşmadı. Gözlerinden yaş akıyordu. Yorgun adımlarla odadan çakarken, buruk bir sesle; "İyi geceler kızım." diyebildi. Bütün gece pencerenin önünde yıldızları seyretti Zeynep. Türlü hayaller kurdu. Kurduğu hayallerden hemen uyandı. Gerçeğe döndü. Sabah erkenden; “Hadi kızım, okula geç kaldın.” diyen annesine, “Bugün hastayım, okula gitmeyeceğim.” diye karşılık verdi. Yatağına uzanıp düşler içinde kalmayı, kahvaltıya inmeye tercih etti. Annesiyle babasının ardından baktı. Küçük kardeşleri de onlarla gidiyordu. "Seni gidi yaramaz!” derken, yüzüne küçük de olsa bir gülümseme yayıldı. Oysaki yüreğinde, ruhunda fırtınalar kopuyordu. “Hep hakaret, hep aşağılama” “Kızınca dayak, şiddet” diye kendi kendine konuşuyordu Zeynep. En sonunda dudağından dökülen şu sözler bardağı taşıran son damla oldu. "Bir pantolon!" dedi. "Bir pantolon mu namusu kirletiyor?" "Böyle namus yerin dibine batsın!" diyerek, babasının odasına koşar adımlarla ulaştı. Yeşil gözleri kan çanağına dönmüş, delirmiş gibiydi. Duvara uzanıp, çifteyi aldı eline. Soğuk namlu, bir kor parçasına dönüşmüştü avuçlarında. Bu ruhsal gel-gitler içinde çifteyi çenesinin altına dayadı. Elini tetiğe uzatıyor, ama bir türlü basamıyordu. Kendi canını umursadığı bile yoktu. Annesinin çekeceği acıyı düşünüyor, küçük Ali'nin gözlerini anımsıyordu. Yüreği güp güp atıyor, patlamaya hazır bir volkanın son anlarını yaşıyordu. Her şey bir anda olup bitecekti. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgideydi. Sonunda bu çizgiyi kopartmaya karar verdi. Tetiğe dokundu, bir müddet bekledikten sonra elleri titreyerek, bir el ateş etti. Parçalanan kafasından saçılan kanlar, evin etrafına yayıldı. Narin bedeni incecik bir yay çizerek, asi bir dansın son figürünü yaparmışçasına odanın ortasına düştü. Son bir kaç boğuk hırıltı içinde nefesi kesildi. Gözleri açık, oracıkta yitti Zeynep Araştırmacı - Şair - YazarCoşkun Mutlu

KERKENEZ SÜLÜK GÖLÜ SAĞLIK TURİZMİNE KAZANDIRILMALI

SÜLÜK TEDAVİSİ VE KERKENEZ SÜLÜK GÖLÜ İnsanlarımızın kulaktan dolma bilgilerle bu tedaviyi evlerde, ya da göl kenarlarında yaptıkları yıllardır bilinen bir gerçektir. İlk Müslüman hekimlerden İbni-Sina bunu yüzyıllar önce hastalarına uygulamış, yetiştirdiği talebelerine sülüğün faydalarını öğretmiştir. Sülükle tedavi yöntemi Anadolu halkı tarafından topraklarımızda asırlardır uygulandığı halde bilim adamlarımız tarafından yeterince araştırılmamış, ilkel tedevi olarak görülmüştür. Osmanlı döneminde dönemin de İstanbul sokaklarında sülük satıcıları resimlerde ve belgelerde görülmektedir. Sülük tedavisi Anadolu'da berberler tarafından erkek müşterilerine berber dükkanlarında uygulanmaktaydı. O yıllarda her köyün, her mahallenin belli halk hekimleri vardır, özellikle şehirlerde halk hekimleri diye tabir edilen bu hanımlar hemcinslerine sülük tedavisini hamamlarda ya da ılık su havuzu oluşturularak uygulanırdı. Günümüzde de halen sokaklarda, mahalle aralarında gazoz şişeleri içerisinde sülükler satılmakta, “sülükçü” sesi yankılanmaktadır. Yozgat ilimizde de iki sülük gölü bulunmakta, bu göllerin her ikisi de aynı bölgede birbirine yakınlığı 500 metre mesafededir. Geçmişte, bu göllerin birine kadın hastalar diğerine ise erkek hastaların tedavi amaçlı girdiğini çevre köylerden öğreniyoruz. Sorgun ilçemizin çok yakınında bulunan doğal sülük gölünün tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte Sorgun halkının anlattıklarına göre, Anadolu’nun fethinden önce de var olduğunu şu hikaye ye dayandırılmaktadır; “Battal Gazi, Kerkenez Kalesini fethederken oldukça taşlık ve çalılık olan arazide atının bacakları yara bere olur ve atını değiştirerek yaralı hayvanı serbest bırakır. Yaralı hayvan bölgede otlar, susayan hayvan sülük gölüne gider oradan su içerken kıyılara bulunan sülük bacaklarına yapışır, hayvanın yaraları kısa zamanda iyileşir, at önceki halinden daha sağlıklı bir görünüme kavuşur. Atın kısa zamanda iyileşip sağlığına kavuşması bacaklarına yapışan sülükler sayesinde oldu diyerek, bu gölün içerisini temizletir, adı da Sülük Gölü kalır. Bölgeye yerleşen yöre halkı özellikle yaz aylarında bu göllere gelerek asırlardır dertlerine şifa aramaktadır. Avrupa ülkelerinde de sülük tedavisinin geçmişi asırlara dayanmaktadır. Özellikle halk dilinde “kan zehirlenmesi” olarak da bilinen “Septisemi” tedavisinde yoğun olarak kullanıldığını tarihi araştırmalardan öğreniyoruz. Ülkemiz tıbbi sülük (Hirudo medicanalis) açısından çok şanslı bir ülkedir. Dünyada en çok tıbbi sülüğün toplandığı ve ihraç edildiği ülke Türkiye'dir. Son yıllarda Karadeniz ve Akdeniz bölgesinde sülük çiftlikleri kurulmuş, sülük temini kolaylaşmıştır, denilmekte Ülkemizde bu tedavinin bilimsellik kazanması ve tıp literatürüne girmesi henüz çok yenidir. Türkiye’de resmi olmayan yol ve yöntemlerle gerçekleştirilen sülük tedavisi konusunda hazırlanan tebliğ, 2012 yılında Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 28 Ocak 2012 yılında yürürlüğe giren Yasada, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın “Tıbbi Sülük (Hirudo verbana) Nesli tehlike altında olan yabani hayvanların ve bitkilerin türlerinin Dış Ticaretine ilişkin tebliği gereğince canlı veya dondurulmuş olarak en fazla 4 bin kilo sülüğün yurt dışına çıkarabileceği belirtildi. Tıbbi Sülük (Hirudo verbana) ihraç etmek isteyen gerçek ve tüzel kişilerin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına başvurarak, izin talebinde bulunmaları gerektiği, diyerek kaydedilmektedir. Manisa’da bu tedaviyi uygulayan özel tıp merkezi, gerçekte Sülük Tedavisinin nasıl yapılması gerektiğini, Türk Hekimlerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Bir çok hastalığın şifa kaynağı olarak sağlıklı ortamlarda sülük tedavisi sunan merkezlere Yozgat’ımızın da eklenmesi İç Anadolu Bölge halkına hizmet verir duruma getirecektir. Bizde dergimiz aracılığıyla bölgemizde bulunan, halkımız tarafından hastalıklarına şifa umudu olarak gördükleri bu göllerin ilgili kurumlar, yetkili merciler tarafından değerlendirmeye alınıp, halkımıza sağlıklı bir tedavi uygulama merkezi olarak işlev görür hale getirilmesi, Sülük Tedavisi konusunda uzman kişiler görevlendirilerek şifa turizmine kazandırılmasını umuyoruz. Uzmanlar tarafından uzun araştırmalar neticesinde ortaya çıkarılan Sülük Tedavisi ve faydaları şu şekilde sıralanmıştır. – Bazı Göz Hastalıkları (Behçet hastalığı, Üveitler, Glokom, Makulopatiler, Sarı nokta hastalığı, Diyabetik retinopatiler, Hipertansif retinopatiler, Retinitis pigmentosa , Optik sinire ait problemler ve Optik atrofiler gibi gözün damar,sinir,makula ve retina hastalıkları) – Varis ve venöz damar sorunları – Romatoid artrit ve diğer romatizmal hastalıklar – Artroz ve eklem kireçlenmeleri – Migren ve gerilim baş ağrıları – Baş dönmesi,kulak çınlamaları ve meniere sendromu – Her türlü kas ağrıları, fibromyaljiler, huzursuz bacak sendromu – Boyun fıtığı, bel fıtığı,tendinit- tenosivonit- bursit iltihap ve ağrıları – Dejeneratif sinir sistemi hastalıkları ve felçler (MS,ALS,PARKİNSON gibi…) – Egzama, ürtiker,kronik deri hastalıkları,sedef hastalığı ve akneler – Kronik hepatit ve karaciğer hastalıkları – Depresyon ve fobiler – Tüm bağışıklık sistemi hastalıkları ve kronik yorgunluk sendromu Bir Uyarı; Her sülük, Tıbbi Sülük değildir. Osman Karaca Uzman gözüyle; SÜLÜK TEDAVİSİ (HİRİDOTERAPİ) DÜNYADA VE TÜRKİYEDE KULLANIM ALANLARI Türkiye Ülkemizde Tıbbi Sülük tedavisi 500 yıldan fazla bir süredir özellikle Anadolu’da baş, boyun, bel, diz bacak ve ayak ağrılarında ve şişmelerde; ağrıyı gidermek ve şişi indirmek amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca Osmanlı saraylarında her yıl mayıs ve haziran aylarında; kalp krizine ve felce karşı koruduğu varsayılarak senede bir kez olarak kullanılmıştır. Anadolu’da halen romatizmalı vakalarda ve baca, sırt ağrılarında karşı kullanılmakta olup, ayrıca bazı hastanelerimizde değişik vakalar için de kullanılmaktadır. Avrupa’da tedavi amaçlı kullanılan sülüklerin büyük bir kısmı Türkiye’den gönderilmektedir. AVRUPA (ALMANYA, İNGİLTERE, FRANSA) Avrupa özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası, Savaş yaralılarının iyileştirilmesinde kullanmaya başlamıştır. Daha sonra alınan iyi neticeler sonucu daha kapsamlı olarak kullanmaya başlamıştır. Özellikle plastik cerrahide ameliyat sonrası yaraların çabuk kaynaması, iyileşmesi, ameliyat bölgesinde kan dolaşımının sağlanması ve ameliyat izlerinin yok edilmesi amacıyla kullanılmaktadır. Avrupa’da halen 100 den fazla hastane ve klinikte özellikle yüksek tansiyon, romatizma, migren, kangren gibi 20 den fazla hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Dünyanın en gelişmiş tıbbi sülük çiftlikleri Avrupa’dadır. (Biopharm-İngiltere, Ricarimpex - Fransa, Blutegel – Almanya) Bu firmalar Avrupa ve Amerika’nın yıllık 120 milyon adet tıbbi sülük ihtiyacını karşılamaktadır. UZAK DOĞU (ÇİN, KORE, JAPONYA) Uzak doğuda iyileşmeyen yaralarda, özellikle diyabetik ayak ve bacak ülserinde, kopan organların yerine dikilmesi ameliyatları sonrasında dikilen organlarda kan dolaşımı tekrar sağlanması amacıyla hastane ve kliniklerde kullanılmaktadır. RUSYA, UKRAYNA, AZERBEYCAN Ağız yaralarında ve diş eti hastalıklarında, astım ve alerjik vakalarda, egzama ve deri hastalıklarında, epilepsi vakalarında halen tıbbi sülük tedavisi yaygın olarak kullanılmaktadır. AMERİKA VE KANADA

SORGUN YENİYER KASABASI

YENİ YER KASABASI Yeniyer Kasabası, adından da anlaşılacağı üzere Yozgat’ımızın en genç kasabalarındandır. 11.04.2013 tarihli sayı: 28615 Resmi Gazete İçişleri Bakanlığından: Yozgat İli Sorgun İlçesi Karakız Beldesinin isminin “Yeniyer” olarak değiştirilmesi, 5393 sayılı Kanunun 10 uncu maddesi uyarınca uygun görülmüştür. 2013 yılında Karakız Kasabası ile Ahmetfakılı Kasabasının birleşmesinden meydana gelmiş, Adını da iki kasaba arazisinin birleştiği mevki olan “Yeniyer” diye adlandırılan mevkiden almıştır. Karakız ve Dedefakılı halkının akrabalıkları ve birliktelikleri yüzyıllara dayanmakta olup ortak araziye, ortak kültüre acı ve sevinçlere sahip olmaları bu birlikteliği “Yeniyer Kasabasının” kurulmasını da kolaylaştırmıştır. Kasabamız yakınlarında bulunan milattan önce, 1400lü yıllardan kalma, Hititler dönemine ait en eski heykel yapım atölyesi bulunmaktadır. Yeniyer Kasabasının kurulmasıyla birlikte yüz yıllardır ilgisiz kalınmış bu tarihi ve kültürel değerlerimize sahip çıkmak, ülke turizmine katkıda bulunmak, özellikle arkeolojik çalışmalara hız vermek için, yetkili kişilerin nazarını bölgemize çekmek için 1. Habis Boğazı Hitit Heykel Atölyesi Festivali düzenledik. Festivalimize türküleriyle renk katan değerli sanatçılarımız Hülya Yıldız, Ankaralı Namık, Murat Balaban, Mustafa Akkuş sahne almışlardır. Bu Festivali yapmamızdaki amaç, bölgemizde bulunan tarihi eserlerimizi olduğu gibi korumak, kasabamız kültürünü, örf ve ananelerimizi gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarmak, proje halindeki “Hitit Heykel atölyesini” tez zamanda hayata geçirmek maksadıyla değerli Bakanımız, Sayın Bekir Bozdağ Beyefendi bilgilendirilmiş ve destekleri sağlanmıştır. Bu proje gerçekleştiği takdirde Yeniyer Kasabamız başta olmak üzere, Sorgun, Yozgat ve Ülke turizmine önemli katkılar sağlayacaktır. Hem ülkemizden hem de yurtdışındaki gurbetçi hemşerilerimizden yoğun ilgi gören bu Festivale on bin kişiden fazla katılım oldu. Kasabamızda ilk defa bu tür bir festival düzenlendiği halde bu kadar yoğun ilgi görmesi biz yetkilileri de büyük heyecana sevk etmiştir. Başta ski Adalet Bakanımız, Sayın Bekir Bozdağ olmak üzere, Sayın Valimiz, ve Kaymakamlarımız, İl, ilçe, Belediye Başkanları, ve Yozgatlı idarecilerimizin katılımlarıyla bu festival amacına ulaşmış, gelecekteki projelerimiz için bizleri cesaretlendirmişlerdir. Festivalimize önemli katkıları bulunan Sayın Bakanımız, Bekir Bozdağ ve Yozgat milletvekillerine, Valimize, Sorgun Kaymakamı ve kasabamızın evladı sayın, Burhan Güvenç Beye verdikleri desteklerden dolayı teşekkür ediyorum. Yeniyer Kasabası Bel Bşk Osaman Yılmaz

ONUR KÖŞESİ, SORGUN BEL BAŞKANIMIZ, AHMET ŞİMŞEK

ONUR KÖŞESİ; Dergimiz yayın kurulu tarafından "ONUR KÖŞESİ"ne Sorgun Belediye Başkanımız Sayın Ahmet ŞİMŞEK Beyefendi layık görülmüştür. " Dergimizin bu bölümünde, memleketimize ve insanlarımıza faydalı olmuş, kültürümüze sahip çıkan, halkımızın çoğunun takdirini kazanmış örnek şahsiyetleri, derdi yayın kurulu tarafından değerlendirilip Onur Köşemize taşımaktır. Bir nevi, Yiğidi öldürmeden hakkını verme erdemi göstermektir. Başta Sorgun ilçemiz olmak üzere memleketimize kazandırmış olduğu eser ve hizmetleri, kültürümüze yapmış olduğu büyük katkıları nedeniyle dergimiz yayın kurulu tarafından Sorgun Belediye Başkanımız, Sayın Ahmet Şimşek Beyefendi “Onur köşemize” taşımayı görev bildik. Amacımız, Başkan Beyin icraatlarını sıralamak değil, farklı bir gözle değerlendirip, siz okurlarımıza tanıtmaktır. Dünyadaki her şey bir hayalin ürünüdür. Önce hayal eder sonra da o hayallerimizi gerçekleştirmek için eyleme geçeriz. Her şey çocuklukta başlar. Her çocuk elinde bir sihirli değneği olmasını hayal eder ve zihninde iz bırakan yanlışları, haksızlıkları ya da kendi doğrularını, hayallerini çocuk yaşta akıl defterine bir bir not düşer. Hele o çocuk yetim ise onların hayal dünyası diğer çocuklardan çok daha farklıdır. Çocuk yaşta yetim kalmak, baba gölgesinden yoksun yaşamak, o sihirli değneğe en çok özlem duymaktır. Hiçbir şey hayal kurmamıza, Yüce Mevla’dan dilekte bulunmamıza engel değildir. Ahmet Bey, Mahmut ile Halime hanımın dört evladının en küçükleri olarak dünyaya gelmiş, babasını kaybettiğinde henüz orta okul öğrencisiydi. Babasıyla ilgili aklında kalan tek anı; şimdiki Sorgun İmam hatip lisesinin bulunduğu yerde at yarışları düzenlenirdi. Arkadaşlarıyla konuşup at yarışlarını izlemek üzere bisikletleriyle yola koyuldular. Tam Salih Paşa camine geldiklerinde Ahmet, babasının köprü başında olduğunu fark etti, pedaldaki ayakları birden yavaşladı. Babasın Mahmut Efendi, oğlu Ahmet’i fark etmişti, el ederek yanına çağırdı. Neden çarşıda olduğunu ve nereye gittiklerini sordu. Ahmet de, arkadaşlarıyla at yarışlarını seyretmeye gidecektik, dedi. Bunun üzerine Mahmut Efendi, elini cebine attı, cebinden çıkardığı paradan hem oğlu Ahmet’e hem de yanındaki arkadaşlarına harçlık verdi, hadi gidin eğlenin bakalım diyerek tebessüm etti. Ahmet, babasıyla ilgili hatırladığı bu anı hiç mi hiç unutmadı. Küçük yaşta yetim kaldı. Yetim büyüyen çocuklar , baba adıyla değil de daha çok annesinin, dedesinin ya da ebesinin adıyla bilinir, öyle anılırlardı. Mahalledeki arkadaşları da onu “Anişin Ahmet” adıyla dillendirdi. Aniş, Babaannesi Ayşe kadının mahalledeki bilinen adıydı. Ayşe kadın oldukça bilgili ve dirayetli biriydi. Oldukça geniş bir aileye mensup olan Ahmet’in sülalesi, Osmanlı döneminde Molla Maksut lakabıyla bilinirdi. Ailede herkes ilme önem verir, soy şeceresi daha çocuk denecek yaşlarda öğrenilirdi. Dini bilgileri ve namaz dualarını babaannesi Aniş Hanımdan öğrenen Ahmet orgun Lisesine gittiği yıllarda kendine yakın gördüğü MTTB “Milli Türk Talebe Birliğine gider büyüklerin sohbetlerini dinlemekten büyük keyif alırdı. Özellikle yetmişli yıllar, siyasetin sokaklara taşındığı zamanlardı. Arkadaşlarının çoğu ülkücü olduğu halde kendisine yakın gördüğü “Milli Görüş” çizgisinde yürümeyi uygun gördü. Her Yozgatlı gibi kısa süre de olsa gurbet tecrübesini yaşadı, arkadaşlarıyla birlikte Kayseri’ye çalışmaya gittiler, daha sonra mahalle arkadaşlarından Erdal Altan’ın trafik kazasında vefat ettiğini öğrenince Sorgun’a geri döndü. Askerliğini yaptıktan sonra Sorgun içerisinde bulunan arazilerini satıp ticarete atıldı. 1983 yılında Nedime Hanımla evlendi. Bu evlilikten dört çocuğu dünyaya geldi. Tuğba, Tarık, Ayşe ve Mustafa. Mustafa adı onun için çok önemlidir, hem alemin sevgilisi olan peygamberimizin adı olması hem de 1989 yılında şehit düşen amcasının oğlu şehit Teğmen Mustafa Şimşek’in adıdır. Onun dürüst ve insancıl kişiliği, Sorgun esnafları tarafından taktir edilmekle kalmadı, kooperatif başkanlığı oda başkanlığı, Yozgat spor as başkanlığı, gibi bir çok sivil toplum kuruluşlarında yöneticiliğe layık görüldü. 2002 yılında Ak Parti Sorgun ilçe teşkilatı kurucuları arasında yer aldı ve İlçe başkanı seçildi. Yapılan ilk yerel seçimlerde partisi tarafından Belediye Başkan adayı gösterildi. Seçimde büyük başarı gösterdi ve 2004 yılında Sorgun İlçemize Belediye Başkanı seçildi. Seçim öncesi hazırladığı projelerini Sorgunlu işadamları, Esnafları, ve Sorgun ahalisiyle birlikte istişare ederek biri bir hayata geçirdi. Ahmet Bey, Sorgun ilçemizi küçük bir kasaba hüviyetinden çıkarıp, şehir hüviyetine büründürmüş, adeta Bozok bölgesinin ticaret merkezi haline gelmiştir. Özellikle girişimci kişiliği sayesinde ticari faaliyetlere hız vermiş, vilayeti Yozgat’ı geride bırakacak projeler üretmiş, bunda da büyük başarı elde etmiştir. Ahmet Başkanımızın diğer bir özelliğini yine Sorgun esnaflarından öğreniyoruz, Şişli Belediyesi ile kardeş belediye olması, Sorgun eğitimine önemli katkı sağlamış, Şişli Bel Bşk Mustafa Sarıgül tarafından bir lise imar edilmiş, fikirler farklı olsa da, amaç hizmet olunca onun bu insani kişiliği Sorgun’a bir Lise binası kazandırmıştır. Sorgun esnaf ve ahalisiyle yaptığımız röportaj ve sohbetlerde herkes tarafından sevildiği ve taktir edildiğini görmek, bir siyasetçinin yaşarken görebileceği en büyük onur olsa gerek. Sorgun halkının tek şikayeti, Devlet dairelerinin belli yerlere kaydırılması, merkezdeki esnafların işlerini olumsuz etkilendiği…! “Padişahında arkasından konuşulur” sözü boşuna değildir. Mesnetsiz yakıştırmalara sadece şu örneği vermek yeterli olacaktır. Ahmet Şimşek Belediye başkanı olmazdan önce bir çok kez vergi rekortmeni olduğu halde, Sorgun Belediye Başkanı seçildikten sonra işlerini takip edemediği için bu unvanını diğer esnaflara kaptırmış, Sorgunlu zenginleşmiş, Ahmet Şimşek ise ticari güç kaybettiği gün gibi aşikardır. Sorgunda her kimin ne işi olursa olsun kepçe ve diğer araçlar belediye hizmeti olarak görevlendirilir, her hangi bir ücret talep edilmez, Başkan Beyin kendi ev ya da arazi, yol su gibi işlerinde bu araçlar saat ücreti ile çalışır, ücretini kendi cebinden öder. Çocukluğundan beri insani bir vazife gördüğü, cenaze ve taziye evi ziyareti başkan seçildiği gönden itibaren de devam etmiş, onun insani tavrı tüm ilçe ve belde belediye başkanlarına da örnek teşkil etmiştir. Fırsat buldukça her düğüne ve davete icap ed er, insanları onura etmek, sevindirmek, insanlık görevidir. Bir milleti var eden değerler vardır, Vatan, Bayrak, tarih kültür gibi ortak değerlere sahip çıkmak, bu değerleri korumak ve yaşatmak, gelecek kuşaklara sağlıklı bir miras bırakmak her insana vazifedir. Sorgun Belediyesi bu hususta çığır açmış, başkanlığının ilk yıllarında kurmuş olduğu Mehter Takımı, bir çok vilayete davet edilmiş, Yozgat’ımızın yüzünü ağartmıştır. Kültürel değerlere ve basılı eserlere önemli destekleri bulunan Sorgun belediyesi bir çok eserin basımını üstlenerek kalıcı hale getirilmiştir. Yiğitleriyle öğündüğümüz memleketimiz, Sorgun Bel tarafından ata sporu Yağlı güreş sahiplenilmiş, her yıl Türkiye müsabakaları düzenlenmektedir. Ahmet Başkanımızın kültüre verdiği önem tartışılmaz. Okumuş yazmış insanlara ayrı bir sempatisi vardır. Özellikle Aşıklık ve söz sanatı, şair ve şiire büyük önem verir, her siyasi konuşmasına başlarken de Vatan, bayrak üzerine yazılmış şiirlerle başlar. Özellikle öksüz ve yetimlere karşı büyük hassasiyet gösterir, geçmişte yaşanan sıkıntılar dillendirildiğinde hem Ahmet Bey, hem de eşi …..gözyaşlarını tutamazlar. Her önemli kararı ailesiyle görüşür, tüm ailenin onayını alır, seçim projelerini liste halinde ailesine sunar, neyin, neden, nasıl yapılacağını tüm detaylarıyla ailesine anlatır, ailenin onayı onun için oldukça önemlidir. Yeni bir seçim dönemi yaklaştığında, bir önceki seçimde söz verdiği projelerden hangisi gerçekleşmiş, hangisi gerçekleşmemiş, gerçekleştirilemeyen projelerin neden gerçekleşmediğinin hesabını önce ailesine sonra da Sorgun halkına izah eder. Bunu yapmaktaki maksadı ise, Sorgun halkının karşısına çıkmadan evvel, aile bireylerini inandırmak ve onların onayını almak her şeyden önemlidir. Ahmet Bey, kendi özünden dört evlat sahibi olarak bilinse de, tüm Sorgun gençlerinin ve çocuklarının babası olmuştur. Öksüz ve yetimlerin maddi sorunlarını gücü ölçüsünde kendi öz kaynaklarıyla gidermeye çalışır, genç ölümler onu derinden üzer, geride kalanlarını kollamayı vazife bilir. Herkesi dinler, her projeye açıktır. Halkı yönetmek, sonsuz sabır gerektirmektedir. Ahmet Bey bu konuda ilçenin sabır abidesi gibidir. Onun en çaresiz kaldığı sorunlardan biri, İş için kapısını çalan hemşerilerimiz. İş arayanlarla ilgili kendisine bir defter oluşturmuş, kim ne iş yapar, eğitim durumları gibi bilgilerinde yer aldığı defterde üç bine yakın başvuru olduğunu öğreniyoruz. . En çok mutlu eden unsurlar da, dara düşmüş kişilerin sorununu çözdüğünde o kişinin gözlerindeki sevinç Ahmet Başkanın en mutlu olduğu andır. Sorgun’un nüfusu Elli binlerde, Yozgat ise yetmiş binlerde. Vilayet merkezi nüfusundan mülteci ve üniversite öğrencilerini çıkardığımız taktirde Sorgun, vilayeti Yozgat’ı hem ekonomi hem de nüfus olarak da geride bıraktığı görülecektir Sorgun ilçe yönetiminde Ahmet Şimşek gibi yöneticiler olduğu sürece, büyümeye, gelişmeye şehirleşmeye devam edecek, kazanan Ahmet Şimşek değil Sorgun esnafı ve ilçe halkı olacaktır.

ASKER YOLU BEKLERİM

Sapan Mısa Akdağmadeni kazasının kenar mahallesinde kızları Suna ve Şükran ile birlikte köy hayatı tarzında yaşamlarını sürdüren bir aile babasıdır. Büyük kızı Suna’ dan evvel Şükran’ ın evlenmesiyle baba Mısa ve Suna yalnız kalırlar. Baba Mısa kışın mahalle çeşmesinden atları sulamadan dönerken, komşusunun sulamaya götürdüğü atlarla kavga ettiğini görür ve ayırmak için araya giren sapan Mısa bir atın çiftesiyle ağır yaralanır. Uzun süre koca karı ilaçlarından karasakız tedavisi ile bastonla ayağa kalkabilen Mısa Suna’ya yük olan atları, arabayı satar yerine üç tane inek alır. Birkaç verimsiz tarlayı icara verip rahat etmeyi hedefler. Bir gün kahvede çay içerlerken Masa’nın asker arkadaşı Kerim oğlu, Aslan’a Suna’yı ister. Mısa da: “Valla iyi dedin, benim de kimim kimsem kalmadı, baksana yarım adam oldum, kızıma da yazık. Hiç gün görmedi, düğününü ve çocuklarını ya görürüm ya göremem.” diyerek sohbeti tamamlar. İki asker arkadaş her konuda çok iyi anlaşırlar, fakat birinin diğerinden yardım almadan düğün yapabilme olanağı olmadığından çaresiz kalan kafadarlar yarına kadar düşünelim, bir doküman yapalım, bir yolunu buluruz diyerek yarın görüşmek üzere ayrılırlar. O gece ikisinin de gözüne uyku girmez. Hele Kerim’in satıp savacağı bir şeyi olmadığı için bir ara kendi kendine “Ula oğlum… Ayranın yok içmeye …” atasözü kendine tam uyduğunu hatırlayarak, “yarın ola hayır ola, Allah kerim.” diyerek yorganı başına çeker ve yatağa tumar. İki kafadar babalar yine kahvede buluşurlar. Kerim’in ara sıra gülmesi Mısa’ yı kızdırır. “Ula Kerim ben sabaha kadar nasıl olacak nasıl bir yol bulacağım diye güneyin taşını kuzeye, kuzeyin taşını güneye taşıdım durdum, sense karşımda sırıtıyorsun.” gibisinden tersler. “Bak Kerim şu verimsiz tarlaları, 2 ineği satmaktan başka bir ümidim yok. Geriye 1 inek kalır, oda bana yeter.” Sözü biter bitmez Kerim gülmesini daha sesli hale getirir. Mısa masaya gelen kendi çayını Kerim’in önüne sürerek masadan ayrılmak ister. .Mısa’ nın bu hareketini ciddiye alan Kerim, Mısa’nın önüne geçer, zorla ikna ederek masaya otutururlar. Niye güldüğünü anlatmaya başlar. Cesaretin, fakirliğin ve seninde benim gibi kafasızlığına gülüyorum. Mısa bilirim, bilirim de oğlum para ile imanın kimde olduğu belli olmaz diye ben seni denedim. Biz iki kardaştan daha yakınız. Benim sözüm söz. Düğünümüzü birlikte yaparız, gerisi Allah kerim... Mütevazı bir düğün yapılır. Mısa kızı ve damadını beraber yaşamak için ikna eder. Zamanla damat Aslan bir köye mevsimlik olarak bağ bekçiliğini kabul eder, mevsim sonrasında amelelik işlerini takip eder. Aradan üç sene geçer genç çiftlerin iki çocuğu olur. Dede Mısa’nın torunlarıyla arası zevkli ve çok renkli geçmektedir. Güz yağmurları başlar, yağmurdan damın akmaması için dama çıkıp “lo”lolarken (makara şeklinde toprağı pekiştiren ağır taş )Mısa’ nın lo taşıyla aşağıya düşmesi ölümüne sebep olur. Kerim de ikinci evliliğinden olan ve bir çiftlikte azap duran oğlunun yanına gider, yaşlı ve hastadır. Aslan askere çağrılır. Konca acemi birliğinden sonra dağıtımı jandarma olarak Trakya’ya gider. Ailesine para desteği yapmadan asker olan Aslan’ın aklı fikri eşi ve çocuklarında kalır. Kantinden hiç alış veriş yapmayan karşılığında bir şey veremeyeceği için tek bir çay bile ikram kabul etmeyen Aslan’ı arkadaşları yakın takibe alırlar. Birinin attığı jileti gizlice alıp traş olması durumu ortaya çıkarır. Komşu bölükteki samimi arkadaşı Yakup’ la ilişki kurulur. Aslan’ın son günlerde iyice huzursuz oluşunun sebebi öğrenilir. Uygun bir zamanda bölük komutanına bu durum iletilir. Komutanın da bağlı olduğu komutandan gerekli müsaadeyi aldıktan sonra Aslan’ı odasına çağırtır ve askeri tavır ardından sohbeti baba-oğul şeklinde sürdürür. Aslan’a moral verir. Birliğe en yakın yerde bir ev tutulup aile ve çocuklarını getirebileceğini, aile geçimi içinde her türlü yardımı yapabileceklerini bölük komutanı Aslan’a kısaca izah eder. Aslan boncuk boncuk terlemektedir. Bir ara müsaade alarak komutanım: “Arkadaşlarım bana ne der, onların yüzüne nasıl bakarım.” sözlerini araya sıkıştırır. En sonunda bölük komutanı Aslan’a babacan tavırla: “İtiraz istemem, senin karın bizlerin bacısı, kızımız, çocuklarında yavrularımızdır bak bu sana yaşamında tatlı bir hatıra kalır. Hayata daha fazla asılır, düzenli yaşarsın.” sözü sonunda “Yarından itibaren on gün izinlisin şimdi git hazırlığını yap.” diyerek noktayı koyar. O gece Aslan’a nöbet yazılmaz, sohbet koğuşta devam eder. Sabah yoklamasından sonra bölük komutanı Aslan’ı odasına çağırtır. Sarı zarf içinde yol harçlığı ile birlikte izin kâğıdını verir. Bölük komutanı ev tutulması talimatını gereken yerlere verir. Bölüğe çok yakın içtima ve talim yerini tepeden gören iki odalı damı olan bir ev tutulur. Ev birlik gücüyle oturulacak şekilde onarılır. Aslan aile ve yavrularına kavuşur durum içler acısıdır, çocuklar perişan üste yok başta yok, bakkala borç edilmiş, asker elbisesi ile Aslan’ı görenler merakla kalabalıklaşırlar Aslan durumu izah ederken fısıldaşmalar başlar. Aralarından deli Mehmet diye biri ne fısıldaşıp duruyorsunuz asker ocağının böyle gariplere sahip olduğunu bende duydum ve biliyordum, o ocak peygamber ve halk ocağıdır. Eğer ayıp ve kusuru varsa o bizim kusurumuzdur. Koca bir mahalle vatan için bizim için eşini ve çocuklarını bırakan bir aileye bakamayan bizlerin kusur ve ayıbıdır, utanacak onlar değil bizleriz… Deli Mehmet Aslan’a dönerek oğlum burada kalan öte-berin bana emanet bu saatten sonra’da hiç kimseye güvenip aldanma… Al aileni git bu ayıpta bize yeter diyerek topluluktan ayrılır. Aklına gelen şu güzel sözlerle geri döner kalabalığa: “Yalancılara verilecek en büyük ceza, doğruyu söylediklerin de onlara inanmamaktır.” Aslan da öyle eder ve bakkala olan borunu da öder ve ufak tefek işlerini ayarladıktan sonra izini dolmadan sahte birkaç gözyaşları eşliğinde doğup büyüdüğü ne hayaller kurduğu yurdundan içi buruk gönlü kırık olarak ayrılır. Yollar da birkaç defa in-bin aktarmalarından sonra çok sevdiği asker ocağına kavuşur. Suna bacı ve çocukları çok heyecanlıdırlar. Aslan nöbetçi subayına görünür depocuda olan evin anahtarını alır. Eve yerleşir, tahta ranzalara dört yatak ve battaniyeler üç beş tabak kaşık vs… eşyalarla ev tertemiz tertiplenmiştir. Akşam gaz lambasının kısık ışığı ile sabah edilir. Bir kaç gün daha izini kalan Aslan kırık kırpık tahtalarla pencerenin önüne bir sedir ile kap kaşık koyulması ile bucaklık yapar. Gece nöbet devir teslimleri sırasında kabaralı postal sesleri, sabah tecrübeli asker Aslan ise olanları detayıyla anlatır, izah eder. Bölük komutanı iki rütbeli arkadaşıyla birlikte aileyi ziyaret eder, moral verir ve aileye hitaben: “Türk silahlı kuvvetleri bütün badireleri, disiplin, güven ve inancıyla aşmıştı. Bizler sizler ile bir aileyiz, bize güvenenin yanındayız hoş geldiniz, görev bitip giderken de güle güle diye uğurlayacağız inşallah.” Der çocukları okşar, yanındaki rütbelilere: “Bölük tayın ve yemek mevcuduna üç kişi daha eklenecek.” emiriyle ayrılırlar. Bu durum kanunen olmasa da yetkili komutanların inisiyatifiyle sempatik ikmal olarak emirleri dâhilinde düşünülebilir. Aylar çabuk geçmekte Aslan ailesi hele çocukları birliğin maskodu gibidir. Bütün bölüğün gözü kulağı olurlar. Suna kadına (asker bacı) lakabını takarlar evin eğitim yerini rahat görmesi asker bacıyı sevindirir. Aslan’ın eğitimi ve ara sırada olsa şehir dışı göreve gitmesi ve eğitim yerinde Aslan’ı göremeyişi küçük çocuğu sedirde pencere önünde uyuturken bir gözü de eğitim yerinde olan asker bacının gayri ihtiyari olarak hüzünlü bir tavırda ninni havasında doğaçlama olarak… Asker yolu beklerim Günü güne eklerim Sen git yârim talime de Ben burayı beklerim Mendilimde tel oya Gülmedim doya doya Asker yolu beklerim de Gününü saya saya (Bağlantı) Sucu sucusu yunan Soğan acısıyınan Küsüdüm de barıştım Yârim bacısıyınan Bağlantı Pilav pişirdim yavan Üstüne kestim soğan Yatağına uzanmışta Uyan askerim uyan Beyitleri dökülür kocası Aslan’a bu ninniyi daha değişik söyler ve çok beğenir. Kulaktan kulağa türkü duyulur. Bölükte sesi güzel olanlar tarafından sık sık icra edilir. Asker bacı çok marifetlidir, soğukların yaklaşması ile asker Aslan’a postal içine giymesi ve eğitimde eline yün eldiven ve çorap örer. Bölük komutanına ördüğü çorap ve eldiveni nasıl vereceklerini bir türlü kararlaştıramazlar. En sonunda Aslan sıkılgan ve mahcup bir tavırla ufak el emeği hediyesini bölük komutanına verir. Komutan çok duygulanır, bir bayram arifesine denk getirerek bu insani borcunu fazlasıyla öder. Bu çorap eldiven işi çok iyi tutar. Hali vakti iyi olan askerler hatta komutanlar aileye katkı bir yerde de hatıra kalbinden değerinden fazla ödeyerek sıraya girerler. Asker bacı dönüş harçlığı biriktirmektedir. Askerliğe ve askere disiplin içinde iyice alışan ailenin yani Aslan’ın teskere günleri yaklaşmaktadır. Asker bacının aslan’a geç vakitte gaz lambasının kısık ışığında sohbet sırasında Asker bacı; Ben askerlin böle tutkun disiplinli olduğunu duyardım da inanmazdım, meğer az anlatmışlar burası tam peygamber ocağı, sacı bitmez yetimlerin burada hakkı var biz bu borcu nasıl öderiz, hiç olmazsa oğlumuzu yaşı gelince askeri okula verelim bizlerin ve kendi borcunu ödesin der. Ay bulutlara sık sık girip çıkarken Aslan çaktırmadan pencere perdesine gözyaşını silerken nöbet devir teslim seslerini duyan asker bacı keşke bizlere de usul olsaydı şu askerlik çok zevk alır ömür boyu kalmak isterdim sözü Aslan’ın sırtına yumruğuyla kesilir. Bir ay kadar sonra Aslan’ın askerliği ailenin gidiş seremonisi gelişinden daha hüzünlü tekrarlanır… Kaynak; Süleyman Sökmen

Aşık İdris GÜMÜŞ

ASKERE NASİHAT Yolun açık olsun güle güle git Askerlik kutsaldır bilesin oğul Gözünü kırpmadan nöbetini tut Haktan mükâfatın alasın oğul Ana vatan baba toprak eş silah Düşman katli vacip demiş ol ilah Yürürken cepheye çek bir bismillah Bu aşkla dağları delesin oğul Bize mektup gönder halin arz için Al abdestin sünnet için farz için Vatan için bayrak için ırz için Sen vatana kurban olasın oğul Dinle oğul kulak ver sen atana Bu toprak uğrunda şehit yatana Canını feda et kutsal vatana Yeminine sadık kalasın oğul Tarihi incele birazcık düşün Vatan aşkı ile sızlasın döşün Onlar ile övün dik dursun başın Geçmişinle sende gülesin oğul Hor bakarsan bu toprağa vatana Hakkım helal etmem inan ki sana Şahadet şerbetin iç kana kana Büyük mertebeyi bulasın oğul Doğu batı güney kuzey yurduma Yaradanım zeval verme orduma Yılmadan yürüsen düşman ardına Zaferin marşını çalasın oğul Aşık İdris der ki işin rastgele Bu şiirim armağandır askere Kısmet olur alır isen teskere Sağlıkla evine gelesin oğul VASİYETİM Vasiyetim benim, sevgili yâre Kalbimde yarayı, ona bıraktım Olmadı dünyada, derdime çare Gördüğüm rüyayı, ona bıraktım Şu dünyada yokmuş, benim kıymetim Sevdiğim güzele, vardır hürmetim Yaralı yüreğim, benim servetim İçinde sarayı, ona bıraktım Benim o güzelden, ümidim vardı Gönlüme seçtiğim, vefalı yardı O yârin sevgisi, kefene sardı Küllenmiş çırayı, ona bıraktım Sıra geldi gider, oldum faniden Saçlarıma aklar, düştü aniden Gülmeyi istedim, rahman ganiden Bağlasın karayı, ona bıraktım Kalbimde acıya, taş olda dayan Göremedim nazlı, yâri ben ayan Tabutum ellerde, kalmadı yayan Şu yalan dünyayı, ona bıraktım Azrail canımı, almaya geldi Âşık idris söylen, ne zaman güldü Kavuşmadı onun, aşkından öldü Sevdada sırayı, ona bıraktım

KAVAK VE ANA YÜREĞİ

KAVAK VE ANA YÜREĞİ Anadolu kültüründe kavak ağacı oldukça önemli yer tutmaktadır. Her nerede su varsa, mutlaka oraya kavak dikilir, ya da her nerede kavak varsa orada su olduğu herkesçe bilinir. Kavak insan yaşamının emaresi, yerleşiminde simgesi haline gelmiştir. Özellikle Türk kültüründe kavak ağacı oldukça önemli yere sahiptir. Toprak sahibi herkes mutlaka ve mutlaka arazisine ya da evinin önüne bir kavak ağacı dikmiştir. Yeni doğan çocukların anısına dikilen ağaçlarla, yirmi yıl sonrasına hayaller kurulur, kuruyan, çoğalan dallar budanır, soğuk kış gecelerinde hoş sohbetler eşliğinde tüm aile ısınır. Kavak bazen türkü mısralarında yer almış, “Eğdim kavak dalını saydım yapraklarını, bir diğer türkü de ise Kavaktan gazel indi, dibine güzel indi gibi nidalarla hafızalara işlenmiştir. Şairlerin şiirlerine de konu olmuş, kimi sevdiğini selvi boylu kimi de Şair Nazım Hikmet gibi’ “Kavak” adlı dizelerinde “bir tek kavak dikemedim” diyerek mecazi duygularını dillendirmiştir. Kavak ağacı Atasözlerimize de yansımış, “Selvi Kavağının gölgesi olmaz, Kavak gibi boyu var fakat bir tek meyve vermez, Benzer örnekler her yörede sıkça kullanılmaktadır. Bir de Selvi Kavağı ile Ana Yüreği masalı vardır ki, yürekleri titretir. Hiç düşündünüz mü, Kavak ağacının yaprakları neden kalp şeklindedir? Masal bu ya; Evvel zaman içinde zalim bir hükümdar varmış. Her köyde bir adamı olan kral, Hangi köyde kimin güzel bir kızı var, o güzel kızları sarayına davet eder, bir gece sarayında alıkoyar ertesi gün canı isterse azat eder, canı istemezse cellatlara teslim edermiş. Köyün birinde dul bir kadın ile güzeller güzeli bir kızı varmış, Bir gün kral haber salarak bu güzel kızı saraya davet etmiş. Kralın yaptıklarından haberdar olan anne, kızını da yanına alarak yollara düşmüş. Nereye nasıl gideceğini bilmeden günlerce yol yürümüşler ve bir kavak ağacının dibine oturup dinlenmek istemişler. Anne ve kızı selvi kavağını gözleriyle süzmüşler, göğe değecekmiş gibi duran bu kavağın dibinde birbirilerine sımsıkı sarılarak oturmuşlar. Gövdesine misafir olan anne kıza tepeden bakıp duran kavak dile gelmiş: Hoş geldiniz, sizi doyurmayı gölgemle serinletmeyi ne çok isterdim bilemezsiniz, anca size verebilecek ne bir meyvem var ne de sizleri serinletebilecek gölgem diyerek çaresizliğini dile getirmiş. Anne Ey ulu kavak, eğer bize acıyorsan, kızımı bu gece misafir et, onu dallarının arasına gizle de kurt kuşa, yılan çayana yem etme yarın sabah gelir alırım demiş. Kavak, Memnuniyetle misafir ederim sen hiç kuşüm (tasa) çekme… Anne, biraz yürümüş, sonra geri dönmüş “ne de olsa sen hiç meyve vermezsin, onun için anne yüreğini ve evlat acısını da bilemezsin, en iyisi ben yüreğimi de bırakayım kızımla birlikte kalsın, yavrucuğum korkmasın… Selvi kavağına kalbini ve güzel kızını bırakıp giden anne ertesi gün, gün ağarırken dağdan topladığı birkaç meyve ve otla geri dönmüş. Kızını ve yüreğini sağ salim teslim alan anne, kavağa teşekkür ederek yoluna devam etmiş. Kavak ağacı ise bir gecelikte olsa ana yüreğini gövdesinde misafir ettiği için öylesine mutlu olmuş ki onun bu mutluluğu tüm gövdesine yansımış, yem yeşil yaprakları sapsarı sararmış, dalları inceldikçe incelmiş, rüzgârın esmediği zamanlarda bile yaprakları anne yüreği gibi tir tir titremiş, uzun, kalın olan yaprakları, kalp şeklinde yeniden yeşermiş. İşte o gün bu gün kavak ağacı yaprakları kalp şeklinde yeşermiş, dalından yürek çırpıntısı hiç dinmemiş, kuşlar ise dallarına kurdukları yuvalarda yavrularını güvenle büyütmüşler. Murat Erciyas

ALDI MISA ÇALDI MUSA

Köhne olarak da bilinen Sorgun ilçemiz, eskiden bahçeleriyle ünlü bir yerleşim yeriydi. Sorgun Yazlak mahallesinde bahçeleriyle ünlü Aliciğin Fayıh adıyla bilinen Faik emmi bahçesine gözü gibi bakar, ilaçsız gübresiz kendi elleriyle yetiştirdiği ürünleri herkesten önce pazara sürer, geçimini de bu şekilde temin ederdi. Mahallenin gençleri yolmasın diye geceleri bahçeye yaptığı haymalık da yatardı. Bir gün çok sevdiği yeğeni Musa askerden gelmiş, dayısının da elini öpmek için bahçeye gitmişti. Hoş beş den sonra Musa yerdeki yatağı görünce, -Hayırdır bu yatak neyin nesi dayı der… Faik emmi; Akşamları burada yatıyorum yeğenim, malum ortalık piç paç dolu, onca emeğimizi Sorgun’un gobellerine mi yedirek Musa; Yahu dayı çalmak isteyen seni bile çalar ne işin var geceleyin bahçede, git sıcak yatağında yat. Faik Emmi; Sen bizi ne zannediyon yeğenim, gelsin çalsın bahalım, nasıl çalıyomuş…. Musa; Dayı valla kafamı bozma yatağını yorganı altından alır giderim haberin bile olmaz Faik Emmi; Gel de çal nasıl çalıyormuşun, Bana Aliciğin Fayıh derler, benim izinim olmadan kimse fiske bile koparamaz der. Hani derler ya oğlan dayıya kız bibiye çeker, Aliciğin Faik ne kadar inatçıysa, yeğeni Musa hık demiş burnundan düşmüş. Aradan bir hafta geçer, Musa Arkadaşlarına; bu akşam dayımın bahçeyi yolacağız, ben haymalığa bir taş atarım dayım benim peşime düşer, o beni kovalarken siz bahçeye girer yiyebileceğimiz ne varsa yolar, çıkarken de dayımın yatağını da kucaklayıp götürsünüz. Arkadaşları olur olmaz münakaşasından sonra anlaşırlar ve planı uygulamaya karar verirler. Yatsı ezanı sonrası bahçenin yolunu tutarlar. Arkadaşlarını sağa sola gizleyen Musa, Haymalığa taş atmaya başlar. İçeriden fırlayan Faik Emmi, bahçeden dışarı çıkar ve taş atan kişinin yeğeni olduğunu görünce peşine düşer. Epey bir kovalamaca sonrası yorgun düşer yatağının bulunduğu yere döner. Tam uzanır, bakar ki yatak yok. Gazyağıyla çalışan feneri yakar, bahçenin sağına soluna bakar ortalıkta ne yatak vardır ne de yorgan. Ertesi gün soluğu bacısının evinde alır, Yeğeni Musa’ya ver yansın eder, “doğurmaz kazanmaz olaydın, bu gobeli milletin başına bela ettin, nerede o puşt, nerede zilgir….. Bacısı, Ağabeyinin öfkesini anlamaya, yatıştırmaya çalışsa da Faik sövmeye devam eder. Sövmekle de kalmaz karakola giderek yeğeni hakkında şikayette bulunur. Sorgun dediğin avuç bir avuç, herkes birbirini iyi tanır. Musa dayısı tarafından hırsız damgası yememek için karakola gider ifade verir. İş uzar mahkemeye intikal eder. O gönden beri fellik fellik kaçtığı dayısıyla Musa hakim karşısında yüz yüze gelir. Faik Emmi; Hakim Bey, davacıyım bu piçten, bu zilgir hem yatağımı çaldı, hem de bahçemi yoldu, tüm bunlar yetmez gibi gece yarısı yattığım haymalığı taşa tuttu. Hakim Bey şikayet dilekçesini tekrar gözden geçirir, “Burası mahkeme salonu karşındaki suçlu bile olsa küfür edemezsin” diye Faik Emmiye uyarıda bulunur. Faik Emmi; Hakim bey yabancı deal o benim yeğenim, bişey olamaz….. Hakim; Söyle bakalım Musa …… Hakkındaki suçlamalara ne diyeceksin? Hakim Bey; Bu benim dayım, bana iftira atıyor, bir kişi tek başına hem haymalığı taşlıyor, hem bahçe sahibi tarafından kovalanıyor, tüm bunlar yaşanırken bahçeyi yoluyor, yatağı yorganı da alıp gidiyor, hiç olacak iş mi? Hakim; sen soruma cevap ver şahsına isnat edilen suçları işledin mi, işlemedin mi? Musa; Hakim bey, Haymalığı taşladı-mısa, bahçesini yoldu musa, yatağı yorganı çaldı mısa her yemin üzerime olsun diyerek savunmasını yapar. Musa’nın savunması işe yarar, hâkim suçsuz olduğuna karar vererek dosyayı kapatır. Musa aldığı yatak yorganı dayısının olmadığı bir zamanda yengesine teslim eder, Musa ne zaman dayısını görse eline varır, Faik, bırakın el vermeyi “şeytan görsün yüzünü” diyerek her seferinde tersler. Yıllar sonra barışırlar. Yine aynı konu açılır, Faik, yeğenine “Oğlum sen nasıl bir Müslümansın, hem yatağımı çaldın, hem bahçemi yoldun hem de Hâkim karşısında utanmadan yemini diktin attın, benim kızgınlığım yolduğun bahçe flan değil, yalan yere ettiğin yemine. Der. Musa; Dayı, Elhamdülillah en az senin kadar Müslüman’ım, mahkemede ettiğim yemini yine ederim yine ederim, “Haymalığı taşladı-mısa, bahçesini yoldu musa, yatağı yorganı çaldı mısa her yemin üzerime olsun Aşık İsmail Özbek

Şair Garip DEMİR

TEK YARATMIŞ Ulu Allah tek yaratmış Bil Muhammet aşkı ile Ağlıyorsan gözyaşını Sil Muhammet aşkı ile İnsan yokken o var oldu Sevgisi cihana doldu Müslümanlar huzur buldu Gül Muhammet aşkı ile Allah emrini bildiren Garibin yüzün güldüren Zulmü aradan kaldıran Dol Muhammet aşkı ile Hasreti gözlerde tüter Aşkıyla bülbüller öter Yürüyünce çabuk biter Yol Muhammet aşkı ile Muhammet Allah rehberi Kurandan verdi haberi Yolundan dönülmez geri Bul Muhammet aşkı ile Âşık garip güzel yaşa Haram katma helal aşa Ecel gelir ise başa Öl Muhammet aşkı ile Garip DEMİR HELAL EYLEN Bu dünyadan göçüyorum Hakkınızı helal eylen Bende helal ediyorum Hakkınızı helal eylen Yavrularım can kardeşim Komşularım dostum eşim Uzak yakın arkadaşım Hakkınızı helal eylen Selam verip alıştığım Meydanlarda buluştuğum Bir ekmeği bölüştüğüm Hakkınızı helal eylen Hakkın emrine gelenler Emriyle namaz kılanlar Rahmete nail olanlar Hakkınızı helal eylen Şu Garibi soyan dostlar Cenazemi yuyan dostlar Mezarıma koyan dostlar Hakkınızı helal eylen Garip DEMİR

BİR ALLAH DOSTU KUTB-U CİHAN ŞAKİR EFENDİ KS

Kayseri den Ali Efendi isminde âlim bir zât göç eyler ve yüce Mevlanın lutfü ile Sorgun Dedikhasan’a yerleşir. Şakir efendi 1847 yılında Ali Efendi nin ortanca oğlu olarak dünyaya gelir. İlk eğitimini âlim olan babasından aldıktan sonra, Osmanpaşa medresesinde ilk medrese tahsil hayatına başlar. Bir müddet sonra babasının yönlendirmesiyle Kayseri Hunat Hatun medresesine devam eder. Burada ulumi diniye, Ulumi arabiyye okumuş. Hassaten Kur’an-ı Kerim, Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul derslerini ikmali nusah ( Tam ve eksiksiz okuma) ile tamamlamış, Kızıklı Hacı Kazım Efendiden icâzet almıştır. Bu arada Kayseri’ nin bütün âlim zâtlarının Rahle-i tedrisinden geçmiş ve ders halkalarına iştirak ederek ilmine ilim katmıştır. Arapçanın îcaz, beyan ve beleğat sanatlarını derin fehmi ve ilgisi ile yoğuran Şakir Efendi özellikle Hadis ve Tefsir ilimlerinde ileri dereceler kat etmiştir. Kayseri de İslami ilimleri temam ederek icazet aldıktan sonra Anadolu nun birçok yerinde ilmî münazaralara katılır. Bu toplantılarda karşısında kilerini derin ferasetiyle kendisine hayran bırakarak alnının akıyla çıkar. Bu durum kendisinde bir gurura sebep olur. Bir gün yolu Çorum’a düşer şehrin girişinde Şiranlı Şeyh Mustafa Efendi (ks) un talebeleri kendisini beklemektedir. Tekkeye misafir edilir. Münazara ya katılacaktır. İlmi ile de kendince mağrurdur. Lakin – Şakir Efendi nin kendi tabiriyle- Şeyh efendiyi karşısında görünce ilmi şöyle dursun, Elif harfi dahi hatırına gelmez. Büyük bir mahcubiyetle Mustafa efendiye tâbi olur. Tasavvuf yoluna intisap eder ve kısa zamanda seyru sulûkunu tamamlar ve ilmî birikimini tasavvufla kemale erdirir. Yozgat’a döner Demirli medrese ve Osmanpaşa medresesinde uzun yıllar müderrislik yapmış ve birçok değerli talebe yetiştirmiş ayrıca etrafındaki halkı irşad ederek mürşitlik vasfına sahip olmuştur. Medreselerin kapatılmasıyla beraber Şakir Efendi hazretleri köyünün camisinde imam hatiplik göreviyle halkı irşada devam eder. Hazretin hayatının her döneminde kendisinden ders takip eden talebeleri ve daimi ziyaretçileri bulunur. O ilmini kimseden esirgemeyerek daima irşad vazifesiyle geçen bir ömür yaşamıştır. Ömrünün tamamını ilimle, hamdle ve şükürle geçiren Şakir efendi vücutça sıhhatli olmasına karşın ölümüne yakın baş gözü görme duyusunu büyük oranda kaybetmiştir. Ve merhum Âkif’in Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, günler şu heyulayı da elbet silecektir. Rahmetle anılmak; ebediyet budur amma, Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir. Dizesinde olduğu gibi sessiz, ama derin, ama bereketi yıllar sürecek bir ömür yaşayarak bir Cuma akşamı 5 Haziran 1937 de Dâr-ı fenadan Dâr-ı ukbaya göç eder. ؞؞؞؞؞ Şakir efendi hazretlerinin dîni ilimlerdeki ağırlığını anlamak için bazı mümtaz şahsiyetlerin sözlerini aktarmakta fayda vardır. Merhum şeyh zade Ahmet Efendi hocası Şakir efendiden gözleri nemli bir şekilde bahsederken “O bir Zühre yıldızıydı gitti” diyerek manevi büyüklüğüne vurgu yapar. Yine talebelerinden olup Mısır da Ezher üniversitesinde öğretim görevlisi olan Mehmet İhsan efendinin “ Mısır daki ulemayı gördükten sonra Hocam Şakir efendinin kıymetini ve îlmi kudretini şimdi daha iyi anlıyorum” diyerek dini ilimlerdeki vasfına vurgu yapar. Daha birçok talebesinin ve tanıyanının teveccüh ve hayranlığını kazanan merhumun diğer bir talebesi olan Salmanlı lı Osman Efendi ise “ Şakir efendi hazretleri bize bir Fatiha suresinin tefsiri okuttu ki; Fatiha ya yedi değişik mânâ verdi. O derste aldığım ilmi ömrüm boyunca ne bir kitaptan okudum ne de başka bir hocadan duydum “ diyerek Kutb-u Cihanın Tefsir ilmindeki derin ferasetine ışık tutmaktadır. Merhumun en büyük kerameti Âlim, Zahit ve Şakir bir hayat sürerek Mevla’nın rızasına ulaşmış olmasına karşın; Aşıkın çok derdi amma, sırrın izhar eylemez Söylemesi terki edep, çün destûr olmadan. Düsturunca makamını izhar etmemesi olsa gerektir. Kendisini ziyarete gelenlerin daha müşküllerini anlatmadan cevabını almaları, kendisiyle sohbet edenlerin tarifsiz manevi bir huzurla yanından ayrılmaları yine efendi hazretlerinin makamına işaret eder. İstiklal harbinde duası hürmetine eşkıyanın köye ilişmemesi öyle ki köyün dışında kalan sığır sürüsünün de köye girememesi üzerine çizgiden bir kapıyla hayvanların köye girmesi gibi nice insanların şahit olduğu kerametleri de halen anlatılır. El ân duasına Şakir efendiyi vesile kılarak tevessül eden birçok kimsenin CENAB-I Allah’ ın lutfu ile umduklarına hayırla kavuştuklarını nice ziyaretçisinden dinlemişizdir. Bu fakir de Böyle mübarek bir zâtın hizmetinde bulunmaktan sebep hiç layık olmadığı halde Yüce Mevla’ nın sayısız ihsanını hayatında müşahede etmektedir. Rabbimden niyazım Şakir Efendi hazretlerine verdiği ilim, hilm ve takvadan bizleri, sizleri ve bütün sevenlerini nasibdâr etmesidir. Bu duygularla sizleri EL-EMÎN olana emanet ediyor ve Kutb-u Cihan makamına bütün kardeşlerimi davet ediyorum. Selam ve Dua ile... KUTB-U CİHAN CAMİİ İMAM HATİBİ AZMİ ÇETİN BİR TEŞEKKÜR “Kim kalbini Allah cc bağlarsa Allah mü’minlerin kalbinde onun için sevgi ve merhamet yaratır.” Hz Muhammed (sav) TEBERANİ Efendimizin bu mübarek kelamı nın hikmetini ve tecellisini Merhum Şakir efendinin hayatında da görmekteyiz. Merhum Şeyh zade Ahmet efendinin telkinleriyle Şakir efendiyi tanıyan ve adeta aşığı olan Muhterem Bilal Şahin Bey in Efendi hazretlerinin makamının sade bir mezar olarak kalmasına ve insanların ondan bîhaber yaşamalarına gönlü razı olmaz ve kolları sıvar. Belli aralıklarla olmakla birlikte şuan; ▪50 talebe mevcudu ile Erkek Hafız Kur’an Kursu eksiksiz bir şekilde hizmete hazırdır. ▪ 500 kişi kapasiteli Camii şerifi günün her saati açık ve hizmet vermektedir. ▪ Ziyaretçi ve talebelerin istifadesine sunulmuş yine 500 kişilik yemek hazırlama ve ikram etme salonları mevcuttur. ▪Görevlilerin kullanması için 8 adet lojmanı ve 10 bin fidanlık çamlığı mevcuttur. ▪Günün her saati yine ziyaretçiler için çay vb ikramlar verilmektedir. ▪ Kadın ve Erkekler için ayrı zikir meclisleri, Konferans salonu, cenaze musalla alanı, abdesthane ve gerekli müştemilatı mevcuttur. Bütün bu hizmetler Şakir Efendi ks hazretlerinin manevi himmeti ve hatırına Kutb-u Cihan külliyesi olarak bu aziz dinin ve vatanın istifadesine sunulmuştur. MEVLA TEÂLÂ HAYIR SAHİBİNDEN EBEDEN RAZI OLSUN… Kaynak: Kutb-ı Cihan Mehmet Şakir Efendi kitabından faydalanılmıştır.

Aşık Yakup temeli

Aşık Yakup temeli 13.05.1958 yılında Erzurum ili Horasan ilçesi Çamurlu köyünde doğdu. Üç yaşındayken Ankara ya göç ettiler. İlkokulu Ankara’da okudu. İlkokulu bitirdikten sonra ailesiyle birlikte tekrar Erzurum’a göç etti. 12 -13 yaşında Köprüköy’e bağlı Yağan beldesinde aşık Ahmet Fermani ile tanıştı. Babasının yakın dostu oldugu için askere gidene kadar, Aşık Ahmet fermani’ye çıraklık yaptı. Bu süre zarfında usta malı türkülerin yanı sıra sanatını iyice geliştirdi, doğaçlama, atışma, lebdeğmez, güzelleme, methiye, nasihat ve taşlama gibi bir çok dalda sanatını geliştirdi Ülke genelinde ün yapmış usta aşıklar; Murat Çobanoglu, Reyhani, İhsani, sümmanioğlu, İlhami, aşık sefer, firgani, gibi çağın büyük ozanlarıyla sayısız programlara katıldı. Askerlik görevini Kıbrıs Girne ordu evinde müzisyen olarak yaptıktan sonra Ankara’ya döndü. Orada Kadriye hanımla tanıştı ve evlendi. Bu evlilikten, Ferhat ve Halil İbrahim adında 2 erkek evladım dünyaya geldi. Bir kamu kurumunda memur olarak göreve başladı. Ani bir rahatsızlık sonucu gözlerinde görme kaybı yaşadı ve iki gözünü birden kaybetti, malulen emekliye sevk edildi. Zifiri karanlığa bürünen dünyasını aydınlatmak maksadıyla, kaybettiği yaşam sevincini, sazının tellerinde, çocukluğundan beri yüreğine hapsettiği türkülerinde yeniden aşka dönüştürdü, Aşık Yakup Temeli adıyla yeniden doğdu. Ülkemizin her bölgesinde, her yerinde düzenlenen Aşıklar Bayramı, şenlik, festival, çeşitli Televizyon programlarının arana yüzü haline geldi. Aşıklık kültürünün çeşitli dallarında yüzün üzerinde ödül aldı. Türk halk edebiyatında ilk defa kaynağı ve yazarı belli olan cinaslı mani ve manilerden oluşan 2950 kıtadan mütevellit alfabetik sıraya göre yazılmış bir cinaslı şiirlerden oluşan yayınlanmaya hazır bir eseri mevcut. Yine birde sevda şiiri taşlama, güzelleme, methiye, naat, mersiye, nasihat ve atışmalardan oluşan yine yayınlanmaya hazır bir şiir kitabı var. Kültür Nehri aracılığıyla Türk Aşıklık geleneğine katkılarından dolayı teşekkür ediyor, sağlıklı ömür diliyoruz. BİR İÇİNDE GİZLİDİR İnsan oğlu bir alemdir sır içinde gizlidir Can içinde can ararsan var içinde gizlidir Haktaala kudretinden halk eyledi alemi Alem içinde alem var zar içinde gizlidir Hatmeyledi ilimleri zahiri peygamberim Günahlardan arındırır nehiri peygamberim İki omuz ortasında mühürü peygamberim Kaşlarının arasında nur içinde gizlidir Temeliyim iman ettim derim amentü billah Yalnız sana şükrederim yarap elhamdulillah Ey kudreti sonsuz olan ol gani seddar Allah Doksan dokuz adın vardır bir içinde gizlidir Aşık Yakup temeli Süse gönül arar isen ruhta güzellik ara Aldanma yüzdeki süse hey gönül Tatlı dil muhabbet sohbet görünce Düşersin aşkı hevese hey gönül Böyle gelmiş derler gidiyor böyle Gönül işidir bu oylanmaz oyla Seni anlayana halini söyle Söylenir mi sır herkese hey gönül Aşkın vurgununa öğüt nidermiş Kimine istek kimine kadermiş Aşk ise zincirsiz tutsak edermiş Kendin girdin bu kafese hey gönül Taze güller açmış yarin bağında Mana buluyor sözler dudağında Oğul balı sanki gül yanağında Aklın aldı bir tek buse hey gönül Adı ayşe olsun isterse fatma Her güzel sevilmez sakın gül atma Tüccar olmayana metaın satma Nolur birde söz dinlese hey gönül Yaktı yarin sözü sana kor geldi Geri dönüp gitmek bana ar geldi Bu yaptığı elbet sana zor geldi Yanağımda kaldı çise hey gönül Dünyada kalıyor dünyanın malı Anlaşılmaz insanların ahvali Her şey yalan ölüm gerçek temeli Kulak ver ilahi sese hey gönül