Popüler Yayınlar

5 Aralık 2015 Cumartesi

HÜZÜNDÜ ŞEHRİN SOKAKLARI

Hüzündü Şehrin Sokakları Hüzündü şehrin sokakları. Kent, uykusundan uyanan bir çocuğun gözlerini ovalamasına benzeyen bir mahmurluk taşıyordu. Günün ilk ışıklarıyla birlikte evlerin pencereleri açılıyor; açılan pencerelerden, taze çayın, kızarmış ekmeğin, balın, tereyağın kokusu yayılıyordu avlulara, sokaklara, caddelere. Gözlerini ovalayarak beyaz geceliğiyle yatağından kalkan Zeynep, yalınayak birkaç adım attı. Pencerenin eski kolunu çevirerek açtı. Akdeniz'in nemli boğucu havasını derin derin ciğerlerine çekti. Liseye gidiyordu Zeynep. Okul formasını: "Off.... Yine mi etek mi giyeceğim?" diyerek, sıkıla sıkıla, yavaş yavaş üstüne giydi. Puslanmış aynaya, güneş yanığı yüzüne, kömür karası gözleriyle baktı. Uzun siyah saçlarını taradı. Ağır aksak adımlarla mutfağa doğru yürüdü. Annesi Fadime, darmadağın saçlarıyla yorgun, uykusuz bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Kızına şöyle bir bakıp biraz da sertçe; "Nerede kaldın kızım? Şimdi baban gelecek, yine bağırıp çağıracak!" dedi. Zeynep omuzlarına inen siyah saçlarını ensesinde toplayarak; "Uyuyamadım." Diye cevap verdi. Fadime biraz üzgün, biraz da kızgınca; “Sakın o konuyu babana deme. Yine kıyamet koparacak." diyerek tezgâha doğru yürüdü. Annesinin arkasından baktı. “Neden?” diyecek oldu, sonra sustu. Yüreği kırılmış, morali bozulmuştu. Yarı uykulu vaziyette annesine yardım etmeye başladı. Önce tezgâhtan çay bardaklarını aldı, bir bir masanın üstüne koydu. Sonra geri dönüp çay kaşıklarını aldı. Onları bardakların içine bırakıp şekerliği getirip masanın ortasına koydu. Ocağın yanına vardı. Üstünde kaynayan ve havaya bir dem kokusu yayan demliği ve çaydanlığı aldı. Masanın üstünde yer alan bardaklara önce demleri koydu. Demliği masanın üstüne bıraktı. Az önce demlerini boşalttığı bardaklara sıcak suyu ilave etti. Zeynep bu işleri yaparken annesi de kızarmış ekmeği, balı, tereyağını, zeytini masanın üstüne getirmişti. Odanın kapısı açıldı. Küçük afacan kardeşi Ali'nin elinden tutarak, babası Musa girdi odaya. İnce uzun boylu, ince bir bıyığı ve kirli bir sakalı var. Musa, sabahtan gecenin yarısına kadar çalışan, ama kör cahilliği üstünden atamamış bir adamdı. Ne hikmetse Ali'ye gösterdiği sevgiyi kızı Zeynep’e hiç göstermiyordu. Son yıllarda bir kere olsun sarılıp öpmemişti kızını. Ona kalsa kız çocuklarının okumasına bile gerek yoktu. Zeynep’i de okutmak istememiş; ancak karısına söz geçiremediğinden, lise bitene kadar okumasına izin vermişti. Hepsi sofraya oturmuş, sessizce kahvaltılarını yaparken, birden Musa Zeynep'e dönerek omuzlarından sarstı ve hışımla; "Kızım bu nasıl etek böyle? Her yerin ortada, düzgün giyeceksen giy, giymeyeceksen kır kıçını, dizini otur evde. Ben seni böyle okula göndermem." diye çıkıştı. Sonra Fadime’ye dönerek; “Bu kızı on beş tatil gelsin alacağım okuldan" dedi. Fadime sustu. Bu sözleri duyan Zeynep bir an ağzını açacak gibi oldu. Ancak annesi ile göz göze gelince sustu. Zavallı kadının bakışlarındaki yalvarmayı gördü, sustu. Akdeniz'in nemine karışan gözlerindeki yaşla sustu. Lokmaları zorla çiğnedi. Sendeleyerek masadan kalktı. "Okula geç kalacağım." diyerek, eskimeye yüz tutmuş çantasını omzuna attı. Yıpranmış ayakkabılarını giydi. Topladı saçlarını açıp savurarak kapıdan çıktı. Ağır adımlarla okula vardığında, aşırı nemden ter içinde kalmış, gömleği tenine yapışmıştı. Sıranın en arkasına gitti ve ders zilinin çalmasını bekledi. Zilin çalmasıyla birlikte, tüm öğrenciler sıralarını bozmadan koşar adım sınıflarına girdiler. Dersi sessizce dinledi Zeynep. Teneffüs saatinin gelmesiyle birlikte, kendini bahçeye attı. Çünkü boğulacak gibiydi. Okulun bahçe duvarının dibinde bekleyen beş-altı kız öğrenci Zeynep'i gördü ve gülerek, alay edercesine ona baktılar. Yüzündeki alaycı gülümsemeyle, uzun sarı saçlı olanı ilk sözü aldı; "Zeynep, sen ne zaman pantolon giyeceksin?” dedi. Zeynep susunca, avurtları çökük, uzun boylu, esmer kız lafa girdi. "Babasının parası yok, pantolon alamaz.” dedi. Üçüncü sırada bekleyen ablak suratlı kız; "Babası günah diye pantolon giydirmez ona." diyerek araya girdi. Zeynep söylenenleri duyduğu hâlde sesiz kaldı. Kelimeler boğazında düğümlendi, yutkundu fakat Cevap verecek güç bulamadı kendinde. Ağlayacak gibi oldu, sustu. Akşama kadar bu alaylı sözleri duydu, yine sustu. Derslerin bitimiyle birlikte, yine eski çantasını sırtına atıp, evin yoluna düştü. "Artık yeter! Ne olursa olsun, akşam babamla konuşmalıyım." dedi. Akdeniz'in nemi artmış, nefes alacak durum kalmamıştı. Zeynep yarı koşar adımlarla eve geldi. Terden ıslanan gömleği, tüm vücut hatlarını ortaya çıkarmıştı. Üstündekileri bir çırpıda çıkardı. Kendini duşun altına attı. Dakikalarca suyun altında durduktan sonra duştan çıktı. Kurulandı. Eşofmanını, tişörtünü giyerek mutfağa doğru yürüdü. Annesi ve babası akşama kadar çalıştığı için, yemekleri yapmak onun işiydi. Annesinin bıraktığı malzemelerden akşam yemeğini hazırladı. Bahçeye çıktı. Kırık bir sedirin üstüne oturdu. Kızların alaycı gülümsemelerini düşünerek, yüksek bir sesle; "Babamla konuşmalıyım, ne olacaksa olsun." diyen Zeynep'in sesinden ürken serçeler, kanat çırparak göğe doğru uçtular. Güneşin ışıkları kaybolduğu vakitlerde, annesi Fadime ve babası Musa, elleri yüzleri toz içinde tarladan döndüler. Onlar elini yüzünü yıkarken Zeynep bir çırpıda sofrayı hazırladı. Günün yorgunluğu sıcak, boğucu, nemli havaya karışıyor ve ağızları bıçak açmıyordu. Yemeklerini aynı sessizlik içinde bitirdiler. Yemek boyunca Zeynep konuşmak istiyor, ancak derdini bir türlü söyleyemiyor, Musa ise kızının bu halinden anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. Zeynep ince belli bardaklara çayları doldurdu. Önce annesine, sonra da babasına uzattı. Musa bardağı aldı. Beyaz tablanın üstüne koydu. Şekerliğe uzanarak aldığı iki kaşık toz şekeri çayın içine attı. Ardı ardına karıştırdı. Bir kere olsun kızının yüzüne bakmadan yaptı bunları. Çayından bir yudum aldıktan sonra Zeynep'e bakıp; "Kızım sende bir hal var. Hayır mıdır şer midir bilemedim?" diye sorunca cesaretini toplayan Zeynep, Zeynep babasının karşısına geçip; "Baba seninle bir şey konuşabilir miyim?" dedi. Musa, yarı tersleyerek; "Ne var?" dedi Musa. Zeynep boynunu bükerek, "Baba okulda tüm arkadaşlarım pantolon giyiyor, etek giyen bir benim. Her gün benimle dalga geçiyorlar. Benim de pantolon giymeme müsaade eder misin?" dedi. Babasının sessiz durmasından ‘evet’ cevabının çıkacağını düşünerek gülümsedi. Ama hayalleri bir anda suya düştü. Babasının kaşları çatıldı. Burun delikleri kırmızı görmüş boğa gibi öfkeden bir açılıyor bir kapanıyordu. Musa, sertçe bir öfke selinden boşanırcasına; "Gene mi aynı konu kızım, kaç kez söyleyeceğim daha. Kız kısmının pantolon giydiği görülmemiş bizim mühütte." dedikten sonra; "Ailemizde hiç pantolon giyen var mı?" diyerek bağırdı. Bu bağırtının etkisiyle, dallarda sessiz istirahatına yatan kuşlar uçup gitti. Zeynep gözlerinden akan yaş ve son bir çareyle babasının elini tutup; "Ama ...Baba." derken, babasının sertçe yüzüne inen şamarı ve öfke kusan sesi onu susturdu. Zeynep’in sağ yüzü kıpkırmızı olmuş yanıyordu… Musa, durmadan bağırıyordu. "Defol karşımdan! Akşam akşam adamı günaha sokma… Tövbe... Tövbe..." Bu sözler Zeynep’in içini yaktı. Yüzü soluklaştı, gözlerinin feri tükendi. Dünyası allak bullak oldu. Yerinden sendeleyerek kalktı. Bu fırtına, içindeki yalnızlığı iyice artırdı. Odasına doğru yürüdü. Kapının kolunu sessizce açsa da kapının eski menteşeleri gıcırdamaktan vazgeçmedi. Pencerenin önüne oturdu. Yıldızları seyre daldı. Ne zaman sonra, annesinin odaya girdiğini gördü. Sesini çıkarmadı. Annesi de kızının saçına dokundu. Saçlarını burnuna götürerek içine çekti, kokladı. Kızıyla hiç konuşmadı. Gözlerinden yaş akıyordu. Yorgun adımlarla odadan çakarken, buruk bir sesle; "İyi geceler kızım." diyebildi. Bütün gece pencerenin önünde yıldızları seyretti Zeynep. Türlü hayaller kurdu. Kurduğu hayallerden hemen uyandı. Gerçeğe döndü. Sabah erkenden; “Hadi kızım, okula geç kaldın.” diyen annesine, “Bugün hastayım, okula gitmeyeceğim.” diye karşılık verdi. Yatağına uzanıp düşler içinde kalmayı, kahvaltıya inmeye tercih etti. Annesiyle babasının ardından baktı. Küçük kardeşleri de onlarla gidiyordu. "Seni gidi yaramaz!” derken, yüzüne küçük de olsa bir gülümseme yayıldı. Oysaki yüreğinde, ruhunda fırtınalar kopuyordu. “Hep hakaret, hep aşağılama” “Kızınca dayak, şiddet” diye kendi kendine konuşuyordu Zeynep. En sonunda dudağından dökülen şu sözler bardağı taşıran son damla oldu. "Bir pantolon!" dedi. "Bir pantolon mu namusu kirletiyor?" "Böyle namus yerin dibine batsın!" diyerek, babasının odasına koşar adımlarla ulaştı. Yeşil gözleri kan çanağına dönmüş, delirmiş gibiydi. Duvara uzanıp, çifteyi aldı eline. Soğuk namlu, bir kor parçasına dönüşmüştü avuçlarında. Bu ruhsal gel-gitler içinde çifteyi çenesinin altına dayadı. Elini tetiğe uzatıyor, ama bir türlü basamıyordu. Kendi canını umursadığı bile yoktu. Annesinin çekeceği acıyı düşünüyor, küçük Ali'nin gözlerini anımsıyordu. Yüreği güp güp atıyor, patlamaya hazır bir volkanın son anlarını yaşıyordu. Her şey bir anda olup bitecekti. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgideydi. Sonunda bu çizgiyi kopartmaya karar verdi. Tetiğe dokundu, bir müddet bekledikten sonra elleri titreyerek, bir el ateş etti. Parçalanan kafasından saçılan kanlar, evin etrafına yayıldı. Narin bedeni incecik bir yay çizerek, asi bir dansın son figürünü yaparmışçasına odanın ortasına düştü. Son bir kaç boğuk hırıltı içinde nefesi kesildi. Gözleri açık, oracıkta yitti Zeynep Araştırmacı - Şair - YazarCoşkun Mutlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder